Z Dergi Mobil Uygulamasını
ÜCRETSİZ HEMEN İNDİRİN!

Mobil Websitesine Devam Et >>

New York'tan Türkiye'ye Rap
Fatih Bayrakçıl

Yazı Boyutu: a a a
Okuma Modu

New York'tan Türkiye'ye Rap
Fatih Bayrakçıl

https://www.zdergisi.istanbul/makale/new-yorktan-turkiyeye-rap-419

En popüler müzik platformlarından biri olan Spotify’da, Türkiye’de 2019’da en çok ne dinlenmiş diye baktığımızda, listede başta yer alan beş sanatçının ilk üçünün rapçi olduğunu görüyoruz. Bu istatistik sanırım kimseyi şaşırtmamıştır. Ancak uzun süredir bir rap dinleyicisiyseniz, durumun yakın geçmişte böyle olmadığını hatırlıyorsunuzdur. Diğer yandan rap müziğin Türkiye’ye gelişini hatırlayacak kadar uzun süreli bir dinleyicisiyseniz, o zaman aslında ilk başta da durumun buna benzer olduğunu hatırlıyor olabilirsiniz. Peki nerden geldi bu rap müzik?

Rap müzik, 1970’lerde New York’ta Afro-Amerikalıların yoğun olarak yaşadığı Güney Bronx ve Harlem bölgelerinde doğan hip hop kültürünün bir parçası olarak gelişti. Rap, hip hop kültürünün diğer unsurları olarak kabul edilen graffiti, breakdance ve DJliğin o kadar önüne geçti ki, insanlar hip hop ve rap sözcüklerini birbiri yerine kullanır oldu. Hip hop eleştirmeni Jeff Cheng, durumu bu kültürde ticari boyut kazanmaya en müsait unsurun rap müzik olmasına bağlıyor. Şimdiki rap şarkılarının sözlerine ve kliplerine baktığımızda bazen rapçilerin ticari başarılarıyla övünmekten geri durmadığını görüyoruz. Ancak hip hop kültürünün kökeninde yatan şey aslında ticari bir hırs değildi.

Rap müzik, sesi kesilmiş bir ırkın haykırışı olarak doğdu, desek yanlış olmaz herhalde. Siyasi sözleriyle bilinen Public Enemy grubundan Chuck D.’ye göre başlarda rap müzik yaparken dikkat ettikleri şeylerin ilki ‘sesin yüksek olduğundan emin olmak’tı.

1970’lerde hükümet politikaları sonucu Güney Bronx ve Harlem’de Afro-Amerikalıların yerleştirildiği ‘getto’ adı verilen kenar mahallelerin, suçun kol gezdiği, lise mezunlarının üniversite yerine hapse gittiği bir yere dönüştüğünü görüyoruz. “Kölelik sisteminde bariz olan ırkçılık, köleliğin kaldırılmasından sonra yok olmamış, daha sinsi bir hâl almıştı” diyor Angela Ards. Çetelerin yönetiminde olan söz konusu bölgelerde, çete liderlerinden biri olan Afrika Bambaataa, anlaşmazlıkları çözmek için lirik meydan okumalar ve breakdance yarışmaları düzenlemeye başladı. Bambaataa, böylelikle hip hop kültürünün temelini atmakla kalmadı, daha sonra bu kültüre ‘hip hop’ adını da verdi.

Rap, Amerika’da ortaya çıktığında müzik listelerinde üst sıralarda kendine yer bulmadı. Harlem ve Güney Bronx bölgelerinden Afro-Amerikalıların yoğun olarak yaşadığı Philadelphia, Chicago ve Boston gibi eyaletlere yayılsa da başlangıçta yerel müzik sahnelerindeki yüz yüze etkileşimlerle sınırlı kaldı ve ana akımın ilgisini çekmedi. Birçok insan hip hop kültürünün ögelerinin genç Afro-Amerikalılar için geçici bir hevesten ibaret olduğunu, bir süre onlar için gündemde kaldıktan sonra unutulacağını düşünüyordu. Ancak 1979 yılında Sugar Hill Gang adlı bir rap grubunun çıkardığı “Rapper’s Delight” adlı şarkı, bu yöndeki fikirleri değiştirdi. Müzik listelerinde zirveyi gören ve en çok satan müzik parçalarından olan bu şarkıdan sonra rap müzik, Amerika’da ana akımın bir parçası oldu.

Rapi Amerika’daki müzik listelerinin tepesine taşıyan “Rapper’s Delight” şarkısının, rapin, Pennycook’un deyimiyle ‘milleti olmayan bir kültür’ hâline gelmesi konusunda da pay sahibi olduğunu söyleyebiliriz. Şarkının Fransa’dan Japonya’ya, Hollanda’dan İngiltere’ye dünyanın farklı ülkelerindeki popüler radyo kanallarında çalınmasıyla bu ülkelerdeki insanlar da rap müzik ile tanışmış oldu. Şarkının yayıldığı ülkelerde, toplumdaki konumları dolayısıyla Afro-Amerikalılarla yakınlık hisseden gençler bu müziğin dinleyicisi olmanın ötesine geçerek rap müziği kendi toplumsal problemlerini anlatmak üzere icra etmeye başladılar. Bunun Fransa’daki karşılığı, birçoğu devlet desteğiyle inşa edilen apartmanlarda veya bir anlamda gettolara benzeyen mahallelerde yaşayan Afrika asıllı ve Arap gençler oldu. Almanya’da ise toplumdaki konumları dolayısıyla Afro-Amerikalılara yakınlık hisseden grupların başında ‘Gastarbeiter’ adı verilen Türk işçiler geliyordu.

Gastarbeiter kelime anlamı olarak aslında ‘misafir işçi’ demek; zira 60’larda yapılan ilk anlaşmadaki plana göre işçiler belli bir süre çalıştıktan sonra ülkelerine dönecek ve ihtiyaç duyulması hâlinde yerine Almanya’ya yeni bir grup işçi gelecekti. Ancak gelen işçilerin çalıştıkları alanlarda edindikleri tecrübe ve uzmanlıktan dolayı kalmalarının daha mantıklı olduğu sonucuna varılınca bu işçiler Almanya’da kaldılar. Uygulamanın bu şekilde değişmiş olmasına rağmen işçilerin adı ‘misafir’ kaldı. Fakat Alman vatandaşlığı alamadıkları gibi çifte vatandaşlığa sahip olma hakları da yoktu. Almanya’ya yerleşen bu ‘misafirlerin’ çocuklarını da farklı sorunlar bekliyordu. Türk geleneklerine mesafeli oldukları için ebeveynleri tarafından eleştirilen bu çocuklar, Alman toplumu tarafından da tam kabul göremedikleri için bir arada kalmışlık sendromu yaşadılar. Bu gençlerin bir kısmı eğitimlerini tamamlamadı ve 90’lara gelindiğinde Almanya’daki Türk gençleri arasındaki işsizlik oranı, Almanlara kıyasla yüzde 30 daha fazlaydı.

Almanya’da iki kültür arasında sıkışıp kalan, yaşadıkları ülkenin baskın kültürü tarafından dışlanmış hisseden ve ekonomik zorluklar yaşayan Türk gençleri, problemlerine kulak vermeyi reddeden baskın kültüre karşı dertlerini haykırmak için benzer problemler yaşayan Afro-Amerikalılarla bir kader yoldaşlığı hissederek onların izinden gitti. Bu vesileyle kurulan gruplardan birisi de Cartel’di. Hatta grup üyelerinin bazıları, öncesinde Türklerin maruz kaldığı ırkçı saldırılara karşı Neonazilerle mücadele etmek üzere Nazi karşıtı örgütlerde görev alırken müzik ile protestonun daha etkili olacağını düşünerek gruba katılmıştı. Cartel’in asıl hedef kitlesi, Almanya’da yaşayan Türk işçilerin, o zamanlar sayıları bir milyona ulaşan çocuklarıydı. Ancak Almanya’da orta düzeyde bir başarıya ulaşan grup, Türkiye’de büyük yankı uyandırdı. Bunun sebepleri arasında, Türkiye’nin o zamanlar içinde bulunduğu sosyo-politik şartlar da göz önünde tutulduğunda, Cartel’in şarkılarında Türklüğün ön plana çıkarılması gösterilebilir. Ama sebebi ne olursa olsun, Cartel eşi benzeri görülmemiş albüm satışlarıyla ve İnönü Stadyumunda verdiği konserle, bugün bile hâlâ Türkiye’de başka sanatçıların veya müzik gruplarının ulaşamadığı bir başarıya imza attı. Neticede daha önce rap müziğin ne olduğunu bilmeyen insanlar rap mırıldanır oldu. Böylece rap müziğin Türkiye’de popülerlik yolculuğu, diğer birçok ülkeden farklı oldu.

Rap, Amerika’da ve diğer birçok ülkede belli gruplar tarafından yerel seviyede başlayıp daha sonra bu yerel sahnelerin işbirliğiyle ortaya çıkan translokal sahnelerden ana akım popülerliğine ulaşmıştı. Türkiye’de ise Cartel’in ülkeyi kasıp kavuran girişiyle çok popüler bir noktadan başlasa da grubun kısa sürede dağılmasının ardından birkaç yıl öncesine kadar, yerel sahnelere çekildi. Öyle ki 2000’lerin başında underground, yani yeraltı olmak rapçiler için gurur kaynağıydı. Underground olmanın kapsamına, plak şirketleriyle anlaşmalar yapmamak, dolayısıyla sansür mekanizmalarından kaçınmak ve en önemlisi de ana akım pop müzik olarak gördükleri şeylerden olabildiğince uzak durmak giriyordu.

Halkın bir kısmı hip hop kültürüne karşı cephe aldı. Çiğdem Akbay’ın 2007’de yönetmenliğini yaptığı belgeselde, insanların, hip hopun gençleri kötü yollara sürüklediğini söylediğini, graffitiyi ne yazdığını bile anlamadan siyasi mesajlar içermekle itham ettiğini görüyoruz. Bu süreçte rap, lokal ve translokal sahnelerde varlığını sürdürmeye devam etti. Rapin o dönemdeki translokal yapısını, katıldığı bir televizyon programında açıklayan Tepki, o dönem her bölgede rapten sorumlu bir kişi olduğunu, o kişinin şehrindeki konserleri organize ettiğini ve diğer bölgelerdeki sorumlu kişilerle etkileşim içinde olduğunu belirtiyor. Tepki, plak şirketlerinin rap müzikle ilgilenmediği yıllarda, her şehirde kendi yaptıkları CDleri satmak üzere bazı yerlerle anlaştıklarını, bunların bazen giyim eşyası satan dükkanlar dahi olabildiğini söylüyor.

Ancak kaçınılmaz bir şekilde rap, yavaş yavaş tekrar popülerliğe ulaştı. Bunun sebebi Anıl Piyancı’ya göre kısmen dinleyici kitlesinin de onlarla birlikte büyümesi... Eskiden rap, ebeveynlerin tehlikeli bulduğu, gençlerin yalnızca bir kısmının dinlediği bir müzikken, zamanla rap dinleyen gençler büyüdü, toplumda sözleri geçen yerlere geldiler, hatta birer anne baba oldular. Dolayısıyla rape karşı toplumun genel düşüncesi değişmeye başladı. Belli bir aşamadan sonra rap, ana akım müzik şirketlerinin de dikkatini çekti. Şimdi ise popüler TV dizilerinden, müzik kanallarına her yerde rap müzik duymak mümkün...

Sonuç olarak Amerika’da baskı altındaki bir topluluğun yaratıcı haykırışı olarak ortaya çıkan hip hop kültürünün bir parçası olmuş rap müzik, bütün dünyada, derdi olan gençlerin kendilerini ifade ettikleri bir araç hâline geldi. Toplumun kendilerini konumlandırma biçimlerini karşılaştırdıklarında, bu kültürün kökenine yakınlık hisseden Almanya’daki Türk işçilerin kurduğu gruplardan biri olan Cartel ile bir anda Türkiye’yi kasıp kavuran rapin popüler kültürdeki ilk etkisi saman alevi gibi olsa da, o alev bazı gençlerin içinde çok sabırlı bir kor olarak kaldı, o gençlerle birlikte yavaşça büyüdü ve bugün geldiğimiz noktada müzik piyasasını saran güçlü bir yangına dönüştü.