Z Dergi Mobil Uygulamasını
ÜCRETSİZ HEMEN İNDİRİN!

Mobil Websitesine Devam Et >>

Muhayyel Kütüphaneler: Osmanlı İstanbul’unda Elden Ele Dolaşan Raf Yüzü Görmemiş Hikaye Kitapları
Elif Sezer Aydınlı

Yazı Boyutu: a a a
Okuma Modu

Muhayyel Kütüphaneler: Osmanlı İstanbul’unda Elden Ele Dolaşan Raf Yüzü Görmemiş Hikaye Kitapları
Elif Sezer Aydınlı

https://www.zdergisi.istanbul/makale/muhayyel-kutuphaneler-osmanli-istanbulunda-elden-ele-dolasan-raf-yuzu-gormemis-hikaye-kitaplari-557

Osmanlı araştırmalarında kitap ve okuma tarihi üzerine ilk akla gelen çalışmalar, koleksiyonlar ve kütüphaneler üzerine yapılmıştır. Kitaplar hemen hemen bütün kültürlerde başlık, konu gibi kıstaslara göre gruplara ayrılarak korunduğundan kitap ve okuma tarihinin kütüphaneler tarihiyle paralel ilerlemesi şaşırtıcı değildir. Osmanlı özelinde konuşursak kitap ve okuma tarihi çalışan araştırmacıların elindeki kaynaklar genellikle vakfi yeler ve terekeler gibi genel bir koleksiyona işaret eder. Bu sebeple patronajda veya pahada ağır olmayan kitapları gözlemlemek zorlaşır. Halbuki diğer birçok kültürde olduğu gibi Osmanlı dünyasında da kurumsal kütüphanelere ait olmayan, anında dolaşıma girmesi amacıyla üretilmiş ve bu nedenle bir meta olarak özenilmemiş, devamlı seyir halinde olan, elden ele neredeyse bütün şehri dolaşabilen, raf yüzü görmemiş kitaplar vardı. Burada kastedilen, kişilerin mülkiyetinde ‘duran’ ve ‘meta’ olarak belli bir kıymeti haiz olan kitaplardan ziyade, ‘dolaşımda’ olan, toplumun faydası veya eğlencesi için birer ‘araç’ vazifesi gören kitaplardır. 18. ve 19. yüzyılda, İstanbul’da dolaşımda olan Hz. Hamza, Ebu Müslim, Ahmed-i Zemci gibi tarihsel-efsanevi karakterlerin serüvenlerini anlatan kahramanlık hikayeleri bu türden kitaplardır. Üzerlerindeki okuyucu notlarına ve bazı gözlemcilerin kayıtlarına binaen söyleyebiliriz ki, bu hikayeler 17. yüzyıldan itibaren yüksek ulema dışında her türlü sosyo-ekonomik arka plana sahip şehirli kesim arasında bir hayli popülerlik kazanmıştır. Şansımıza bu okurlar bugün Türkiye ve yurtdışındaki yazma eser kütüphanelerinde bulunan yüzlerce hikaye kitabı üzerine, kendi okuma pratikleri ve kitapları kullanım biçimleriyle ilgili ipuçları içeren kayıtlar tutmuşlardır.

Bu kayıtlarda görülüyor ki 18. ve 19. yüzyıllarda popüler hikaye kitaplarıyla ilgili en temel pratik onların bir sahaftan ya da şahıstan, bir dinleyici kitlesi karşısında seslendirilmek üzere, muhtemelen düşük bir ücret karşılığı kiralanarak ya da ödünç alınarak okunmasıdır. Örneğin, mücellit Salih Efendi adlı bir zatın muhtemelen kiralamak üzere elinde birçok hikaye kitabı bulundurduğunu, farklı yazmalardaki temellük kayıtlarından anlayabiliyoruz. Bir okurun Salih Efendinin kitapları ile ilgili yaptığı şu yorum da bu fi kri desteklemektedir:

“Şu mücellid Sâlih Efendinin kitâbları gibi dünyâda hic kitâb olamaz. Begâyet lânazîr kitâblardır. Lakin neyleyeyim cildler arasında çok kagıd noksandır, zevke halel veriyor. Yani şu hic noksanı olmasa adem elinden bıragmaz.”

Bazı sahafl arın özellikle bu tarz, ucuz, kahramanlık hikayeleri üzerine yoğunlaştıklarını, terekelerinde kayıtlı aynı ya da farklı hikaye türlerine ait yüzlerce cilt bulunmasından anlayabiliyoruz. Örneğin 1608 tarihli Ahmed Efendinin terekesinde birçok türe ait hikayeler bulunmakla birlikte sadece Hamzaname türünde 184 cilt, Süleymanname türünde 45 cilt ve Ebu Müslim hikayelerinden 33 cilt yazma bulunmaktadır. Ayrıca terekede mürekkep ve hokkanın da kaydedilmesi, bu kitapların bazen sahafl ar tarafından istinsah edildiğini de düşündürmektedir.6 1680 tarihli Edirneli Ahmet Hocanın terekesinde de, yine farklı hikaye türlerine ait toplam 301 cilt kitap bulunmaktadır.

Kitapların kiralandıktan sonraki akıbeti hakkında neler söyleyebiliriz? Okuyucu notlarında verilen bilgilere ve bazı seyyahların ifadelerine göre uzun kış gecelerinde ya da Ramazanlarda, bilhassa akşam ile yatsı namazı arasında, çoğunlukla bir kahvehanede ya da ev, sokak, devlet dairesi, hatta hapishane gibi kamusal bir mekanda, ekseriyetle bir, bazen de birkaç okuyucu tarafından müştereken seslendiriliyordu. Seslendiren kişiye verilmek üzere bazen dinleyiciler arasında para toplanıyor, bazen de bu kişiler kahvehane sahibi tarafından parayla ya da kahveyle ödüllendiriliyordu. Kişiler, performanslarının sonunda düşük bir ücret alıyorlardı ancak enfl asyona ve hikayelere yönelik ilginin artmasına bağlı olarak zaman içinde bu ücretlerin artmış olduğunu söyleyebiliriz. Zira 1672-73 yıllarında yazan Antoine Galland, okuyucuların 3-5 akçe gibi düşük bir ücrete performans sergilediğini belirtirken, 18. yüzyılda bir okuyucu bir Ebû Müslim cildini 20 akçeye, 19. yüzyılda ise Hamzanâme’nin iki cildini 30 akçeye, Şahnâme ile Ebû Müslim Hikâyesi’nden iki cildi 20 akçeye kıraat etmişti.

Bu kitapların zikredilen okuma pratiğine bağlı olarak şehirdeki dolaşım alanlarının bir hayli geniş olduğunu söyleyebiliriz. Okuyucuların toplu kıraatın gerçekleştiği mahalleleri kaydetme konusundaki titizlikleri sayesinde okuma pratiğinin yoğunlaştığı bölgeleri saptamak, hatta bu bölgelerdeki okuyucuların memleketleri, meslekleri, unvanları üzerinden sosyolojik gözlemler yapmak mümkün olmaktadır. İlk bakışta 18. ve 19. yüzyıl İstanbul’unda okuma pratiğinin —en azından burada incelenen hikaye kitapları açısından— Kasımpaşa, Tophane, Unkapanı, Fatih, Yenibahçe, Üsküdar gibi semtlerde yoğunlaştığını söylemek mümkündür. Bu semtlerdeki okumalar da özellikle iskele ve meydan gibi ticari ve sosyal açıdan hareketli mekanlarda yoğunlaşmaktadır. Bölgedeki kahvehanelerin sayısı, mevcut okuyucu kitlesinin mesleki arkaplanı, hatta çevredeki hemşerilik ilişkilerinin bile bu yoğunlaşmada etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin askerî kesimin yoğunlaştığı Tophane bölgesinde ve Tophane-i Amire’de, kahramanlık hikayelerine özel bir ilgi olduğu göze çarpmaktadır. Unkapanı’ndaki arpacı esnafına mensup Divriğili okurlar veya çoğu hamallık ve kayıkçılıkla geçinen Çankırılı okurlar, memleketin ve hemşerilik ilişkilerinin okuma yoğunluğu üzerindeki etkisini gösterebilir. Mahalle ve memleket ilişkisi hakkında okuyucu notları üzerinden yaptığımız bu gözlemler, kefalet defterleri gibi arşiv belgelerini kullanan çalışmaları da desteklemektedir. Okuyucu notları üzerinde yapılacak ayrıntılı analiz ve istatistiksel çalışmalar, kuşkusuz şehir ve göç tarihi açısından da önemli sonuçlar doğuracaktır.

Peki elden ele dolaşan kitaplar, neticede kürkçü dükkanına geri dönebiliyorlar mıydı? Müstensih ve okurların kitaplara zarar verilmemesi, sayfaların yırtılmaması, hatta bir paradoks olarak notlarla doldurulmaması konusunda diğer kullanıcılara uyarıda bulunmaları, bazı kitapların temiz şekilde iade edilmediklerini gösterir. Birkaç yazmada aynı müstensih ya da sahaf tarafından düşülmüş şu not, kitapların elden ele dolaşırken ne kadar bitap düşebileceklerini gösteren örneklerden sadece biridir: “Ya her kim bu kitabı alub okuyub bozar ise veyâhûd yırtar ise veyâhûd hatim idüb virmeyüb virdüm deyü inkâr iderse dilerim Efendimizin şefa‘atinden mahrûm kalsun [...] ve bu kitabları okuyub dinleyen ahbablar sizlerden rica iderim ki bu kitabları okuduktan sonra yırtub ve bozmayub hemen teslim itmenizi rica ve niyâz iderim birâder ağalar ve Efendiler ve beyler, 17 Ramazan-ı Şerif 86.” Müstensihler, sahaflar ve titiz okurlar kitapların korunmasını ne kadar rica ve niyaz etseler de bu kitapların akıbeti her zaman için bir muammaydı. Çünkü bunlar elden ele gezerek artık bütün bir şehre malolan, “raf yüzüne hasret” kitaplardı.