Z Dergi Mobil Uygulamasını
ÜCRETSİZ HEMEN İNDİRİN!

Mobil Websitesine Devam Et >>

İstanbul'da Kayık Yarışları
Ali Rıza İşipek

Yazı Boyutu: a a a
Okuma Modu

İstanbul'da Kayık Yarışları
Ali Rıza İşipek

https://www.zdergisi.istanbul/makale/istanbulda-kayik-yarislari-130

Dünyânın en güzel su yollarından birine sâhip olan İstanbul, binlerce yıllık târihi boyunca her zaman için bir câzibe merkezi olmuş, imparatorluklara başkentlik yapmış, limanları dünya ticâretini yönlendirmiş, özellikle Galata, Venedik ve Cenevizliler tarafından asırlarca bir merkez olarak kullanılmış, kıyılarının güzelliğiyle tüm dünyâyı kendisine hayran bırakmıştır.

Doğal bir güzelliğe sâhip olan bu muhteşem denizi bırakamayan insanların özellikle kıyı hattı boyunca yoğunlaşan yerleşimi, berâberinde diğer bir güzelliğin de yaratılmasına vesîle olmuştur. Bu da İstanbul’a özgü adıyla ve Türkçe "kaymak" fiilinden üretilen “kayık”tır.1

İstanbul’u ziyâret eden seyyahlar, Boğaziçi’nin güzelliği anlatırlarken her zaman için kayıkları baş köşeye oturtmuşlar, ressamlar da tuvallerinin en çarpıcı köşelerini kayıklara ayırmışlardır.

Seyyah Josephus Grelot, XVII. yüzyıl İstanbul'unda gündelik yaşam, mîmârî, din ve diğer konularda gözlemlerini aktardığı kitabında şunları söylemektedir: “Sayıları 16 bin'i geçen ve kent sâkinlerinin ihtiyâcına göre, kimi yelkenli kimi kürekli, sürekli seyir hâlindeki kayıklar, gondollar ve küçük gemiler, tüm izleyicilere, sanki güzel bir anfiteatrdan bir deniz savaşı eğlencesi, sunar gibidir.” 2

Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Yalıları adlı eserinde Boğaziçi’ndeki kayıklar ve gezintiler için şunları yazar: “Boğaziçi kayıkları, dünyânın en ince ve eşsiz güzelliğini göz ve ruh için yaşanmış bir rüyâ hâline getirmek üzere yapılmışlardır. Sanki ancak rüyâlarda binilen birtakım salıncaklardır.”

Dünya üzerinde Venedik, Amsterdam gibi şehirler de birer deniz kentidir. Onların kanallardan oluşan yapısı, bu şehirlerde fazla süratli olmayan teknelerin kullanımını gerektirmiştir.

Ancak İstanbul’un farklı bir yapısı vardı. Haliç’i hâriç tutarsak, mesâfeler çok uzundu ve çoğu yerlerde şiddetli akıntılar mevcuttu. Dolayısıyla bu akıntıları yenmek ve istenilen yere ulaşmak maksadıyla süratli ve hafif teknelere gereksinim vardı. İşte bu yüzden İstanbul’un kendine özgü bir su taşıtı da yaratılmış oluyordu.

Gemi inşâ tekniği açısından tamâmen mükemmel olan kayıklar da Osmanlı tekne inşâ sanâyinin, usta ve mühendislerinin ne kadar ileri olduğu gösteren en önemli kanıtların başında gelmektedir. Bunun aksi olsaydı, XIX. yüzyılın başlarında İstanbul Tersânesi, o zamânın en büyük ve güçlü gemisi olan Mahmûdiye kalyonunu nasıl inşâ edebilirdi?

İstanbul gibi bir yerde ulaşım büyük oranda denize bağımlı olunca sâdece seyahat için değil, eşyânın taşınması ve diğer hizmetler için de mecbûren hep tekneler kullanılır. Dolayısıyla günün her saatinde denizin üzerini değişik tiplerde, büyüklüklerde, renklerde ve isimlerde binlerce tekne doldurur. Bu isimlerden bâzıları: peremeler, piyâdeler, pazar kayıkları, filikalar, tebdil kayıkları, saz kayıkları, mavnalar, kebap kayıkları.

Kayıkların bu üstünlüğü, 1851 senesinde Şirket-i Hayriyye’nin kurulması ve dolayısıyla İstanbullunun yaşamına vapurların girmesiyle sona ermiştir.

Boğaziçi’nin Güzelleri isimli kitabında Miss Pardoe, İstanbul’u ve kayıkları şu şekilde tanımlar3:“Kayıkların kendileri güzeldir; uzun ve incedir. Yüksek pruvalarının cilâları parıldar. Büyük bir olasılıkla, dünyâda bunlar kadar zarif başka bir tekne yoktur. Kızılderililerin kanoları, Venediklilerin gondolaları, hatta antik-klasik görünümlü Arap tekneleri, kendi başlarına güzeldirler; ama Boğaz'ın peri masalındaki gibi güzel kayıklarının üstünlüğünü kabul etmek zorundadırlar.”

Osmanlı zamânında, İstanbul’da halkın en büyük eğlencelerinden birisi de mesîre yerlerine gitmek, buralarda cemiyet yaşantısına karışmaktı. Bu mesîre yerlerinin ise ağaçlarla kaplı ve yeşil ağırlıklı olması, çevresinde bir akarsuyun bulunması en çok aranan özelliklerin başında gelirdi. Bu akarsuların kenarındaki mesîrelere Batılılar “Tatlı Su” adını vermişlerdir. İkindi sularında hanımlar ve beyler için sandalla gezinmek âdetti. Cuma ve pazarları Küçüksu, Göksu, Kalender, Çubuklu gibi ince saz yerlerine, mesîrelere gidilirdi.

İstanbul’un en sevilen ve en ünlü mesîre yerleri Batılıların “Anadolu’nun Tatlı Suları” dedikleri Göksu ile “Avrupa’nın Tatlı Suları” adını verdikleri Kâğıthâne’dir. Kâğıthâne, en görkemli dönemini XVIII. yüzyılda, Lâle Devri’nde geçirmiş, İstanbul’a gelen yabancı ressamların ve seyyahların dikkatlerini üzerinde toplamıştır. Gravür ve tablolara konu olan Kâğıthâne’ye dâir oldukça detaylı bilgiler devrin hemen hemen tüm seyahatnâmelerinde kendine yer bulmuştur.4

Birçoklarına göre Kâğıthâne safâsının asıl zevki, dönüş yolunda yaşanırmış. Özellikle de deniz yoluyla dönülüyorsa kayıklar dereden Haliç’e çıkarak Boğaz’a doğru yollanırken bâzı kayıklarda fasıl çalınıp şarkılar söylenir, oyunlar oynanırmış. Bâzı kimseler dönüş şenliklerini seyretmek için Eyüp’ün önündeki adacıklara yanaşırlar, bir süre de orada oyalanırlarmış. Aralarında Boğaz köylerine ya da Fenerbahçe’ye kadar gidecek olanlar bile çıkarmış. Kâğıthâne’ye kadar gidemeyenler ise çoluk çocuklarını alıp Fener ve Cibâli kıyılarında oturarak hiç olmazsa Kâğıthâne’ den dönenleri seyrederek tesellî bulmak isterlermiş.

1730 yılı öncesi İstanbul’unda en önemli mesîre yeri olarak Kâğıthâne ön plandadır. Ancak, Patrona Halil İsyânı’ndaki olayların merkezinde yer alan Kâğıthâne kapatılınca burada güzel saatler geçiren İstanbullular yeni bir yer arayışına girmiş ve bunun sonucunda da Göksu ve Küçüksu mesîrelerinin yıldızı parlamaya başlamıştır.

Göksu Deresi ve çevresindeki çimenlik alan, özellikle cuma günleri ortaoyunu gibi sanatsal ve kültürel faâliyetlerin merkezi hâline gelirdi. Kayıklarıyla dereyi dolduran halka arabalarıyla gelen insanlar da eklenir, çimlerin üzerinde piknik yapılır, en güzel kıyâfetlerini giyen zenginler, soylular ve yabancı misyon mensupları bir bakıma burayı bir moda merkezine dönüştürürlerdi.5

İngiliz kadın yazar Lady Dorina Neave, günlük yaşamı ve Göksu’daki sandal safâlarını şu şekilde anlatmaktadır:

“Geçen asrın sonlarına doğru, o zamanki âdetlere göre, Türk hanımlarının yapabilecekleri güzel yaz gezmelerinden biri cuma günleri Göksu’ya gitmekti. Burası çok rağbet gören bir buluşma yeri idi. Ecnebiler ise kendilerine pek yakışan yaşmaklı millî kıyâfetleriyle onları yakından görmek imkânını bulurlardı. Yaşmağın tülü güzelliklerini gizler, yalnız câzip gözler görünürdü. Kürekçiler, bol beyaz pantolon, zengin işlemeli cepken, beyaz gömlek ve mutlaka kırmızı fes giyerlerdi. İki veya üç çifte kayıklardaki hanımları dereden içeriye veya dışarıya doğru gezdirirlerdi. Beyler ise hanımların kayıklarını cesâret edebildikleri kadar yakından tâkip ederlerdi.”

Göksu, Türk mûsikî târihinin çok önemli değerlerinden olan “Deniz Kızı Eftelya”ya da ev sâhipliği yapmıştır. Ferda Kazancıbaşı, 1930’lu yıllarda, Göksu’yu ve Deniz Kızı Eftelya’yı şu satırlarla anlatır;

“İrili ufaklı teknelerin oluşturduğu büyük bir kalabalık, önce Göksu deresi içinde toplanır ve daha sonra saz heyetinin çekirdek teşkil ettiği büyük bir kalabalık hâlinde denize açılırdı. Göksu deresinden boğaza açılma tamamlandıktan sonra Türk mûsikîsinin ustalarının seslendirdikleri kültür ve sanat zenginliklerimizin en güzel besteleri, mehtaplı yaz gecelerinde boğazın her iki kıyısının dağlarında çın çın yankılanırdı.”

Fransız yazar Edwin de Leon, 1890 yılında kaleme aldığı eserinde kayığı şöyle târif eder: “Kayık, Boğaziçi’nin tadının çıkarılması demektir.”

Boğaziçi, Tophâne - Salıpazarı’ndan, Rumeli Feneri’ne ve Harem iskelesi - Salacak’tan Anadolu Feneri’ne kadar çevresinde yalı, rıhtım, bahçe, çiçek, yol, ağaç, kayıkhâne, kayık, duvar, parmaklık, iskele, merdiven, kısacası kıyısında gezinmesi saatlerce süren, dünyânın belki de en geniş, en güzel, muntazam ve muhteşem görünüşlü emsalsiz bir caddesidir.

Kayık, asırlarca İstanbul sosyal yaşantısının en önemli öğeleri arasındaki yerini korumuş, bir taşıma aracı olmasının yanı sıra bu şehir sâkinlerinin doğadan, engin denizden, temiz hava ve mehtaplı geceleden bir nebze olsun tat almasını sağlamıştır.

Fransız yazar Edwin de Leon ise 1890 yılında kaleme aldığı eserinde, kayığı şu şekilde târif edecektir; “Kayık, Boğaziçi’nin tadının çıkarılması demektir.”

Kayık yarışları, eski İstanbullular için en önemli sosyal olaylardan biri hâline gelmiştir. Yarışlar genellikle ağustos ayı ortalarında Moda, Büyükada, Heybeliada, Yeşilköy, Tarabya, Büyükdere veya Beykoz’da yapılırdı. Her sene icrâ edilen bu yarışların İstanbul sosyal yaşantısındaki önemi ve katılımın yüksek oluşu nedenleriyle önceden muhakkak pâdişâhın izni alınırdı. 1893 yılı Büyükdere’de icrâ edilecek olan yarışlar için 8 Ağustos 1893 târihli bir belge ile pâdişâhın izni talep edilmiştir.6

Pâdişâhın himâyesinde yapılan bu yarışlar için bir amiral tefrik edilir ve tüm yarışlar onun koordinesinde icrâ edilirdi. 1893 târihli bir belgede, o sene yarışlarının 16 Ağustos’ta Kadıköy Moda burnunda yapılacağı ve Faik Paşa’nın yarışların icrâsı ile ilgili olarak görevlendirildiği yer almaktadır.

Yarışların olacağı gün gazetelerde yarışla ilgili bilgiler verilir ve seyircileri yarışlara götürecek olan vapurlar ile ilgili îlânlar yayımlanırdı. Seyirciler için hem Köprü’den hem de Boğaziçi iskelelerinden özel olarak vapur kaldırılırdı.

Sportif bir müsâbaka izleme heyecânını tatmanın yanında bu kayık yarışlarını câzip kılan ve etrâfında büyük kalabalıkların toplanmasına neden olan hususlardan biri de özellikle genç kadın ve erkeklerin birbirilerini daha yakından görebilme ve belki de bir tanışma fırsatı bulma olasılığıdır.

Yarışların Beykoz, Tarabya veya Büyükdere’de olması durumunda, daha çok Boğaz’ın iki kıyısında oturanlar yarışlara rağbet eder; Moda, Büyükada, Heybeliada ve Yeşilköy’de icrâ edilen yarışlarda ise İstanbul’da bulunan yabancılar ile azınlıklar ve adalarda oturanlar çoğunlukta olurdu. Bu yarışlara şehzâdelerin de iştirak etmesi arzu edilir ve yarışları izlemeleri için dâvet edilirlerdi. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki bir belgede, 1880 yılında Büyükada’da yapılacak yarışları izlemek üzere şehzâdelerin teşrîfinden mutluluk duyulacağı ifâde edilmektedir.7

Şirket-i Hayriyye ve İdâre-i Mahsûse ile İstanbul’da bulunan diğer vapur şirketleri, gemilerini tahsis ederlerdi. Bu gemilerin içinde erkek ve kadınların oturacağı yerler, tentelerle ayrılırdı. Limandaki vapurlar içinde, sürat rekoru, şirketin 37, 38, 44, 45 numaralı vapurlarında olduğundan herkes bunlara binmek isterdi.8 Bâzen de Müslüman kadınlar için ayrı bir vapur kaldırılırdı.

1899 yılında yarışlar Büyükada’da icrâ edilmiştir. Buna âit bir belgede hangi vapurların kaldırılacağı ve yapılması gereken hususlar detaylı bir şekilde açıklanmış, aksine hareket edilmemesi sıkıca tembihlenmiştir.9

Tahsis edilen vapurlar hâricinde denizde yüzebilen kayık, sandal, yelkenli, römorkör gibi her türlü deniz aracı da kendilerine ayrılan mevkilerde tüm yarışları izlerdi. Yarışlar öğlen saat bir civârında başlayıp akşam saat sekize kadar devam ettiğinden herkes yanında tüm gün boyunca yetecek kadar yiyecek ve içecek getirir, özellikle güneşin altında kalınacağından buzlu içecekler tercih edilirdi. Büyük teknelerde her türlü saz âleti de bulunur dolayısıyla seyirciler bir yandan yarışları seyreder, bir yandan da müzik dinleyerek güzel bir gün geçirirdi.

Yarışların diğer bir faydası da organizasyonun, Donanma Cemiyeti veya diğer hayır işleri için bir gelir kaynağı olmasıydı. İzlemeye gelen tüm tekne ve vapurlardan, daha önce belirlenmiş bir ücret târifesi üzerinden bilet kesilirdi. 1927 yılında Moda koyunda yapılan yarışlarda seyirci römorkörlerden elli lira, motor, istimbot ve kotralardan yirmi lira, pazar kayıklarından beş lira, bütün sandal ve kayıklardan üç lira alınmıştır.10

Vapurla gelenler ise bulundukları mevkie göre beş ya da on lira ücret vermişlerdi. Yarışları sâhilde ayrılan yerlerde veya sâhil gazinolarından izlemek de yine ücret karşılığıydı. Buralardaki seyirciler için yerine göre yarım, bir ve üç liralık bilet kesilmiştir.

Sâhilden yarışı izlemek isteyen izleyiciler için de yine farklı bilet ücreti olan mevkiler tahsis edilirdi. Yarışların başlangıç ve bitiş hattına en yakın olan yerlerin ücreti doğal olarak yüksek olur, bunların dışındaki yerler için ise daha ucuz bilet ücreti ödenirdi. 1917 yılında Heybeliada’da icrâ edilen yarışlarda en iyi yerlerin bilet ücreti 20 kuruş, daha dışarıdaki yerlerin ücreti ise 5 kuruş olarak belirlenmiştir.

Yarışlar sâdece kayıklar arasında yapılmazdı. Kayıkların yanı sıra, gün boyunca çeşitli kategorilerde yüzme, atlama, yat, kotra ve motorbot yarışları ile tahlîsiye botlarının manevraları icrâ edilirdi. Bu yarışlar, başlıca şu kategorilerde yapılırdı:11

  • Bahriye takımları,
  • Hanımlar,
  • Profesyoneller,
  • Amatörler,
  • Umûmî.

Değişik mesâfelerde yapılan bu yarışların ödülleri de yarışın özelliğine katılım sayısına ve zorluğuna göre farklı olurdu. Müsâbakalar sonunda birinciye ve bâzen de ikinciye, para ödülü, kupa veya madalya verilirdi.

Yarış programına sıkı sıkıya bağlı kalınırdı. Programda yer alan yarışlarda daha önceleri ilgili komiteler tarafından titizlikle tespit edilir, belli esaslara uyulurdu. Dışarıdan farklı bir yarış kategorisi talebi olduğu takdirde de buna ilgili komiteler karar verir ve uygun görüldüğünde de programa dâhil edilirdi.

Yarışların büyük bir çoğunluğu, seyirci teknelerinin ve alanının bulunduğu parkur içinde icrâ edilirdi. Her sınıf tekneye göre farklı mesâfelerde yarışlar yapıldığından belirli şamandıralar atılır ve bunlar çevresinde dönen tekneler başlangıç noktasından tekrar bitiş hattına gelirlerdi.

Yarışların sona ermesinden sonra bir gazinoda akşam eğlence tertiplenir ve dâvetliler doğrudan tahsis edilen vapurlarla buraya intikal ederlerdi. Eğlenceden sonra da vapurlar yine dâvetlileri Boğaziçi ve Adalara geri götürürdü.

Yarışların sona ermesinden sonra da yarışlara başkanlık eden amiral tarafından pâdişâha yarışlar hakkında bilgi verilir, herhangi bir olay vuku bulup bulmadığı rapor edilirdi.12

Şehbal Dergisi’nin II. cildinde Donanma- yı Osmânî Muâvenet-i Milliyye Cemiyeti (Osmanlı Donanması’na Yardım Cemiyeti) yararına 7 Eylül 1913 Pazar günü yapılan Moda kayık yarışlarına âit ayrıntılı bir yazı çıkmış ve yine yarışlara âit muhtelif görüntüler yer almıştır. Bu yarışların yapıldığı iskele ve çevresi hakîkaten görülmeye değer bir görünüm almıştır.13

Neredeyse İstanbul’da mevcut tüm vapurların o gün burada bulunduğunu söylemek pek yanlış olmayacaktır. İskelenin tam karşısı boyunca denizin ortasında öncelikle yarışların yapılacağı alan markalanmış ve bu işâretlerin deniz tarafında vapurlar ve büyük tekneler, kara tarafında ise küçük kayıklar hemen mevkilerini almıştır.

XX. yüzyılın ortalarına kadar devam eden bu yarışlar, maalesef giderek gözden düşmüş, kara yolları ve demir yollarının yapılması netîcesinde motorlu taşıtların ulaşımda daha sık kullanılmaya başlanmasıyla deniz ulaşımı ikinci plana gerilemiştir. Dolayısıyla bir Boğaz eğlencesi olan kayık yarışları da süratle târih sahnesinden silinmiştir.

  1. İşipek, A. R., İstanbul’un Kuğuları, Saltanat Kayıkları, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Yayınları, İstanbul, 2010, s. 10.
  2. Grelot, J., İstanbul Seyahatnâmesi, İstanbul, 1988, s. 99.
  3. Pardoe, M., Beauties of the Bosphorus, Londra.
  4. İşipek, A. R., age, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Yayınları, İstanbul, 2010, s. 18.
  5. İşipek, A. R., age, s. 23.
  6. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.PRK.EŞA. Dosya:18, Gömlek: 42, 25 M 1511; Göncüoğlu, S. F., “Osmanlı’yla Yarış Kazanılmaz”, 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi, 25. Sayı (Ocak 2016), s. 69-72.
  7. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, MF, MKT, Dosya No: 65, Gömlek No: 80, 12/Ş/1297.
  8. Alus, S. M., “Masal Olanlar”, Akşam Gazetesi, 28 Haziran 1932, s. 166-167.
  9. İstanbul Deniz Müzesi Deniz Târihi Arşivi, Mektûbî Bölümü, Defter No 1210, s. 80.
  10. “1927 yılı Moda Kürek ve Yelken Yarışları” program broşürü.
  11. İşipek, A. R., age, s. 426.
  12. İstanbul Deniz Müzesi Deniz Tarihi Arşivi, Mektûbî Bölümü, Defter No 1210, s. 81.
  13. İşipek, A. R., age, s. 449.

Türk Yüzme Târihi

Türklerin Orta Asya’dan göç etmeden önce suyla iç içe yaşadıkları, nehir ve göllerde yüzdükleri bilinmektedir. Londra’daki British Museum’da yer alan Uygur Türklerine aât bir buluntuda kulaç stilinde yüzen insan kabartmaları görülür. Nitekim Fırat ve Dicle arasında yaşamış Asur ve Babillilerin yüzme sporuyla uğraştıklarına dâir târihî belgeler mevcuttur. MÖ VIII. yüzyıla âit olduğu düşünülen bir Asur kabartmasında, düşman oklarından kaçan Asur savaşçılarının yüzerek karşı kıyıya çıktıkları görülmektedir. Öte yandan Hun Türklerinin de yüzme ve kürek sporlarıyla ilgilendiği târihî kaynaklarda mevcuttur.

Osmanlı’da İstanbul ve İzmir gibi büyük şehir kıyılarında kurulan ahşap deniz hamamlarında halk yüzme öğrenebiliyordu. İlk Türk millî yüzücülerin bu deniz hamamlarında tâlim yaptıkları bilinmektedir. Deniz hamamlarının tahta perdelerinin dışına çıkarak kulaç atan ve kıyılardan açılma merâkında olanların, Türkiye mukâvemet yüzücülüğünün gelişmesine katkısı mutlaka olmuştur.

İlk yüzme denemeleri Anadolu’nun göl, nehir ve deniz kıyılarında köpekleme stildeki yüzme teknikleridir. Bu stilde kollar, su içinde kısa dâireler çizmek sûretiyle hareket hâlindedir. Eski yüzücüler buna “Hz. Adem stili” derler. Kulaç stiline geçiş, “Karadeniz kulacı” denen ve kolu dirsekten bükmeden ileri doğru sert hareketle atmaya dayanan uygulamalarla başlamıştır. Karadeniz’in dalgalı deniziyle mücâdelede etkili olan bu stil, bu nedenle Karadeniz kulacı adını almıştır. Bu stille yüzen yüzücülerin göğüslerinin su hizâsına kadar çıktığı görülür. Yine bu stile benzeyen ancak daha sert ve çabuk kulaç atılan yüzme tekniğine “Devr-i Mahmûdiyye kulacı” denmektedir. Bu kulaç şekli, Sultan Mahmud zamânında donanmanın yeniden ıslâhı yapılırken denizcilerin özel bir eğitime tâbi tutulmaları sırasında ortaya çıkmış ve donanmada öğretildiği için de bu adla anılmıştır. Evliyâ Çelebi, Seyahatnâmesi’nde Kâğıthâne şenliklerinde yüzme yarışları yapıldığını bildirmektedir. Ayrıca Osmanlı donanmasındaki leventlerin de çok iyi yüzme bildikleri saptanmıştır.

Türkiye’de modern anlamda yüzme sporuna ilk adımın 1973 yılında Galatasaray Sultâniyesi’nde Fransız beden eğitimi öğretmeni M. Moiroux öncülüğünde atıldığını söylemek mümkündür. Ayrıca Heybeliada’daki Mekteb-i Fünûn-ı Bahriyye’nin (Deniz Harp Okulu) iç yönetmeliğinde okulun her öğrencisinin denize girmek ve yüzme öğrenmekle mükellef olduğu belirtilmekteydi. Bu yönetmeliğe istinâden öğrenciler bellerine ipler bağlayarak yüzme öğreniyorlardı. 1900’lü yılların başında yabancı uyruklu kişiler kendi aralarında yüzme yarışı düzenlemekteydi. Bu yarışlara zamanla Ahmet İhsan, Bedri Ziya gibi Türk gençleri de katılmaya başlamıştır. Bu gençler, Türkiye’de yüzme sporunun öncüleri ve ilk Müslüman Türk yüzücüleri olarak bilinmektedir. Yüzme sporuna kulüp düzeyinde ilk eğilen Fenerbahçe olurken onu Galatasaray kulübü izlemiştir. Fenerbahçe kulübü sporcularından Salahaddin Türsen, Türkiye’nin ilk mukâvemet yüzücüsüdür.

Türkiye’de ilk düzenli yarış, 1923’te Büyükada’da yapıldı. 1931’de Ekrem Rüştü Akömer’in çabaları ile Türkiye’de ilk yüzme havuzu olan İstanbul Büyükdere Yüzme Kavuzu açıldı. Uluslararası Amatör  Yüzme Federasyonu FINA (Fédération International de Natation Amateur) kurulmasıyla birlikte, Türkiye kulüpleri yönetmeliğe uygun eğitim ve yarışlar düzenlemeye başladı. 1931 yılında ilk bayanlar arası yüzme yarışları düzenlendi. Avrupa’da doğup büyüyen Leyla Asım Turgut, Türkiye’de kadın yüzme sporcularının öncüsü oldu. Türk yüzücüler ilk uluslararası karşılaşmaya 1934’de Sovyetler Birliği’nde katıldı. 1937’de Türk ve Macar takımları Moda’da karşı karşıya geldi. 1942’de Ortaköy’de ilk modern yüzme havuzu açıldı.